Bir sabah uyandık, dünyanın öbür ucunda bir bebek daha açlıktan öldü.

Bir akşam haber bültenini izledik, kadraja sığmayan bir patlama, kulaklarımıza sığmayan bir çığlık, gözlerimize fazla gelen bir yıkım… Ve biz, uzaktan, konforlu koltuklarımızda birer seyirci gibi izledik. İşte bu çağın en büyük günahı da tam burada yatıyor: “İzledik.”

Gözyaşına alışan gözler görmüyor artık. Çığlığa alışan kulaklar duymuyor. Ve kalabalıklar, adaletsizliğin ortağı olan sessizlikleriyle susuyor.

Gazze, Sudan, Yemen, Doğu Türkistan, Myanmar… Her biri yeryüzünde birer açık yara. Her biri bir çocuğun çığlığıyla, bir annenin haykırışıyla yankılanıyor. Ama yankı boşlukta kayboluyor; çünkü insanlık, kalabalıklaştıkça yalnızlaştı.

Şimdi soruyorum: – Sosyal medyada iki satır paylaştığımızda vicdanımızı mı aklıyoruz? – Bir yardım kolisiyle bu karanlık çağın şahitliğinden sıyrıldığımızı mı sanıyoruz? – Yoksa gerçekten içten içe biliyor muyuz artık bazı şeylerin dönüşü yok?

Bugünlerde gündem dediğimiz şey, ne yazık ki “alışkanlıkların yeniden ısıtıldığı bir soğukluk”tan ibaret. Her gün benzer haberler, her gün benzer tepkiler… Ama değişen hiçbir şey yok. Çünkü dünya artık bilgiye değil, etkileşime aç. Çünkü hakikat artık trend olursa konuşuluyor. Çünkü adalet artık algoritmalara yeniliyor.

Ama unutmamamız gereken bir şey var:
🔸 Sessizlik, yalnızca bir duruş değildir; kimi zaman suç ortaklığıdır.
🔸 Görmezden gelmek, yalnızca bir zafiyet değil; kimi zaman zulme rıza göstermek demektir.
🔸 Ve unutmak… en derin ihanettir.


Bugünlerde yazmak bir direniştir.
Konuşmak, unutmaya karşı açılmış bir savaştır.
Ve hatırlamak… belki de hâlâ insan kalmanın son umududur.

O hâlde yazalım.
Korkmadan, yılmadan, bıkmadan yazalım.
Mazlumun sesi olalım.
Zalimin suratına tutulmuş bir ayna gibi olalım.
Çünkü bazı suskunluklar, bir ömrün vicdanını kirletmeye yeter de artar.
Ve bu çağda bir tek cümle bile, bir hayatı kurtarabilir.