Bir dava, ancak acının, sabrın ve direnişin toprağında yeşerirse gerçektir. O yüzden denmiştir ki: “Davalar acılar içinde doğar, refah içinde ölür.”
Bugün dönüp bakınca, bu söz sadece bir öğüt değil, aynı zamanda bir kehanet gibi duruyor karşımızda.
Bir zamanlar başörtüsü, bir kumaş parçasından çok daha fazlasıydı.
Bir kimlikti, bir dirençti, bir duruştu.
O başın örtüsü değil, o başın onuruydu.
İnançla dünya arasındaki o ince çizgide, kadınların alın teriyle, gözyaşıyla, dualarıyla anlam bulmuştu.
Kız çocukları okul kapılarında ağlar, anneler o kapıların ardında dualar mırıldanırdı.
Kimisi üniversite sıralarına, kimisi öğretmen kürsüsüne, kimisi hastane koridorlarına o inanç uğruna veda etmişti.
Oysa bugün…
O kutsiyetin yerini bir “aksesuar modası” aldı.
Başörtüsü, bir “kombin tamamlayıcısı” gibi sergilenir oldu.
Oysa bir zamanlar o örtünün her santimi, zulme karşı bir duruşun şiarıydı.
Şimdi sormak gerekmez mi?
Biz o davayı nerede kaybettik?
O acıların içinden doğan inanç, neden refahın içinde eriyip gitti?
O günlerde başörtüsü yasaklandığında, birçoğu geleceğini kaybetti ama onurunu değil.
Bugün ise kimse geleceğini kaybetmiyor ama maalesef değerini kaybediyor.
Çünkü başörtüsü artık bir “tarz”, bir “trend” gibi.
Kimi zaman dar pantolonun, kimi zaman gösterişli makyajın tamamlayıcısı.
Hâlbuki başörtüsü, gösterişin değil, teslimiyetin sembolüydü.
Gözyaşının içinde yeşermişti o dava; şimdi aynaların karşısında soluyor.
Giyim kuşam meselesi sadece bir şekil değil, bir ruh meselesidir.
Müminin kıyafeti bedeni örter ama aynı zamanda gönlü de terbiye eder.
Giysiler, niyetin dışa yansımasıdır.
O yüzden Kur’an der ki: “Ey Âdemoğulları! Size edep libasını indirdik.”
Bugün o libasın yerini, markalar, etiketler, gösterişler aldı.
Dinin zarafeti, modanın cazibesiyle yarışır oldu.
Kıyafet, kimliği yansıtmaktan çıktı; artık kimlik, kıyafete hizmet eder hâle geldi.
“Tesettür” kelimesi, “örtünmek”ten ziyade “gizlenmek” anlamına gelir — ama biz, neyi gizlediğimizi bile unuttuk.
Kalbimiz açıkta, ruhumuz çıplak kaldı.
Bir zamanlar başörtüsü yasağına direnen o kadınlar, bu topraklarda bir medeniyetin izini sürüyorlardı.
Onların mücadelesi, yalnızca okula girebilmek için değil; Allah’ın emrini yaşamak içindi.
Bugün ise aynı örtü, bazen bir vitrin, bazen bir markanın reklamı, bazen bir “influencer”ın dekoru.
Ne acı…
O gün iman uğruna örtünenlerin, bugün iman görünürlüğü uğruna vitrinleştiğini görmek…
Dava, işte böyle ölür.
Sessiz, gösterişli, fark edilmeden…
Bu topraklar çok şey gördü.
İnancından ötürü sürülenler, gözaltına alınanlar, işinden olanlar…
Ve bugün, o mücadelenin çocukları, o sancıyı hiç duymamış gibi yaşıyor.
Belki de refah, en sinsi düşmandır.
Zulüm insanı diriltir, rahatlık uyuşturur.
Bir dava ne zaman koltuklara, konforlara, vitrinlere sığarsa; işte o zaman ölür.
Bugün yeniden hatırlamamız gerekiyor:
Başörtüsü, bir bez değil; bir beyannamedir.
Bir kadın, “Ben Allah’ın emrini tercih ettim” der o örtüyle.
Bir erkek, “Ben nefsime değil, edebime yakışanı giyerim” der.
Bir toplum, “Biz kimliğimizi modayla değil, imanla taşırız” der.
Dava, hâlâ yaşıyor aslında.
Ama onu yeniden diriltmek, o acıları hatırlamakla mümkün.
Çünkü unutanlar, bir daha asla inşa edemezler.
Unutulan dava, refah içinde sessizce ölür.
Ama hatırlanan dava, yeniden dirilir.
Ve biz biliyoruz:
Her dava yeniden doğabilir, yeter ki acıyı hatırlamaya cesaretimiz olsun.