Sorsam mı sormasam mı?

"Vernon adında Amerikalı bir fizyoloji profesörü Nobel ödülü almış. Öğrencilerden biri, ödülden sonraki ilk derste, hocaya şu soruyu sormuş: "Fizyojoji alanında bu ülkede üç binin üzerinde bilim adamı var. Bu kadar bilim adamının arasında bu ödüle niçin siz layık görüldünüz? Sizi diğer bilim adamlarından ayıran özellik ne?"

A
a

"Profesör yüzünde bir gülümsemeyle şu cevabı vermiş: "Hepsini anneme borçluyum. Diğer çocukların anneleri, onlar okuldan dönünce, "Söyle bakalım, öğretmenin sorularına iyi cevap verebildin mi?" derken, annem: "Vernon, bugün öğretmene iyi bir soru sordun mu?" diye sorardı… Ben niçin Nobel ödülü aldım? Beni diğerlerinden ayıran özellik ne? Bunu soruyorsunuz, değil mi? Beni diğerlerinden ayıran özellik, benim diğerlerinin sormadığı soruları sormam ve sormaya devam etmemdir!"

Filozof ve bilim adamların en önemli ve en belirgin özelliklerinden biri de soru sormalarıdır. Bu filozofik beceri, özellikle 03-07 yaş grubu çocukların en temel özellikleridir.

Nitekim Jostein Gaarder, “Sofie’nin Dünyası” isimli kitabında, “çocuklarla filozofların birbirine benzediğine dikkat çekmektedir.”

Dahası pedagog Doğan Cüceloğlu der ki: ''Her çocuk, potansiyel bir filozof ve bilim adamı olarak doğar. Ama bu potansiyel çok kırılgandır; beslenip korunmazsa zamanla sönmeye ve kırılmaya başlar.''

İşte çocuklardaki bu muazzam filozofik potansiyel, maalesef yanlış anne-baba ve öğretmen tutumları sonucu ziyan olup gidiyor.

Özellikle yeni konuşmaya başlayan çocuklar, etrafındaki olan her şeyi doğal olarak öğrenmeye çok meraklıdırlar. İşte tam da bu çocuklar, o filozofik özelliklerini kullanarak etraflarında bulunan her şeyi öğrenme gayesiyle: “Anne, bu nedir, baba, bu nedir, nene, bu nedir, dede bu nedir?” şeklinde merakla sormaya başlarlar.

Hem eğitimde de soru-cevap yöntemi, ders konularının doğru anlaşılması ve pekişmesi açısından ziyadesiyle önemli ve gerekli bir yöntemdir. Hatta soru sormak, yanlış anlaşılmayı önlediği gibi, yarım öğrenmeyi de önler.

Ancak maalesef çocukların büyük bir merakla sordukları sorular, çoğu zaman havada kalıyor. Örneğin duvar için ikinci defa, “anne ya da baba, bu nedir?” diye soran çocuklar, terslenip azarlanıyor, hatta “sana demiştim yaaa, bu duvardır duvaaar!” deyip çocukların kafası, soru sordukları için maalesef duvarlara vuruluyor...

İşte anne-babaların bu, ziyadesiyle sorunlu tutumları, çocukların bilinçaltına “soru sormanın” ne denli “tehlikeli” bir durum olduğu algısını yerleştiriyor.

Hem çocukların sorularını, cevapsız bırakmak, onları “değersiz görmek” dolayısıyla “yok saymak” demektir.

İşte bu sorunlu yaklaşım tarzı, çocukların kendilerini değersiz hissetmelerine, dolayısıyla “özsaygıdan” ve “özgüvenden” yoksun olarak yetişmelerine zemin hazırlamaktadır.

Dahası bu sorunlu yaklaşım tarzı, en nihayetinde çocukların başarısız, mutsuz, çekingen ve pısırık olmalarına neden olmaktadır.

Ayrıca gerek evde, gerek okulda ve gerekse iş hayatında bizlere anlatılanları, soru sorarak tam olarak idrak edebiliriz.

Ancak maalesef o hep en derinlerde içimizi kemiren bir ses: “Acaba sorsam mı sormasam mı ve soru sorsam, soruma cevap alır mıyım, kaygısı ve korkusu bizleri soru sormaktan alıkoymaktadır.

Hatta bu, “acaba sorsam mı sormasam mı?” ikircik cehennemi duygusundan ötürü insanlar, soru sorma cesaretlerini yitirdikleri için yanındaki kişiyi, “hele bir sorsana, bu nasıl oluyordu?” diye hep dürtüldüklerine tanık olmuşsuzdur. Bu durum, özellikle bugünün yetişkinlerinde, çocukluk evresinde sordukları sorulara cevap almak yerine, yüzlerinde hep beşkardeşi gördüklerinden ötürü yaşanmaktadır.

Dolayısıyla “sorsam mı sormasam mı?” med-cezirlerinin psikolojik alt yapısında o, çocukluk evresinde bilinçaltına, azarlama, tersleme ve atılan tokatlarla oluşturulan “kaygı” ve “korku” yatmaktadır.

İşte korku kültürünün bir yansıması olan bu yaklaşım tarzı, öğrenmenin, diyalogun ve sağlıklı iletişim kurmanın da en büyük engellerinden biridir. Hem zaten sorulan soruya cevap vermek yerine, kayıtsız kalmak ya da soruyu soran kişiyi kırmak, terslemek ve azarlayıp dövmek, korku kültürünün karakteristik özelliğidir.

Korku, baskı ve şiddet, çocukların cesaretini ve girişimcilik ruhunu sarstığı gibi, okumaya ve hayata küsmelerine de yol açıyor. Durum böyle olunca da, maalesef keşfedilmemiş nice cevherler kayıp olup gidiyor.

İşte çocukluk evresinde insanların ruhunun dehlizlerinde temeli oluşturulan bu “derin hasarın engeline,” her yerde ve ortamda ve hatta her yaşta insanların takılıp kalmaları kaçınılmazdır.

Evet, maalesef bu toplumda anne-baba ve öğretmenler, bırakın yukarıda anlatılan hikâyedeki Venon annesi gibi çocuklarına bilinçli davranmaları, tam aksine çocuklarında mevcut olan o, filozofik potansiyeli; yaralayıcı, baltalayıcı, dışlayıcı ve sorunlu bir dil ile tarumar etmekteler. Oysa doğru ve bilinçli bir yaklaşımla, çocuklarının filozofik özelliklerini korumaları ve besleyip geliştirmeleri mümkündür… Ancak maalesef anne babalar, bu bağlamda gerekli hassasiyeti göstermemekteler.

Kısacası, 03-07 yaş gurubu çocuklar, hayatı öğrenme adına sordukları sorular, anne-baba ve öğretmenler tarafından cevapsız bırakılmamalıdır. Çünkü sorulara kayıtsız kalıp cevap vermezlik etmek ve azarlayıp kızmak, o çocukların düşünsel zemininde soru sormanın “başa bela” olduğu algısını yerleştirir.

Çocuklarınıza gereken ilgiyi, sevgiyi göstermeniz ve çocuklarınızın sorularını cevapsız bırakmamanız dileğiyle… Unutmayın ki, başarılı olmanın bir sırı da, sorulan soruya cevap alıp vermektir.
 

arşiv HABER ARŞİVİ
BİTLİS HABER13 YORUM KURALLARI
Haber İhbarı
Bitlis Nöbetçi Eczaneleri
Bu haber ilginizi çekebilir! Kapat


Sitedeki tüm harici linkler ayrı bir sayfada açılır. Siteadi harici linklerin sorumluluğunu almaz.