Her yıl Ekim gelince, mazlumların, mağdurların sessiz çığlığı yeniden yankılanır. Kimimiz Yasin Börü’yü hatırlarız, kimimiz Gazze’de toprağa düşen çocukları, kimimiz köy baskınlarıyla anne karnında katledilen 3 aylık bebekleri…
Farklı coğrafyalar, farklı diller ama aynı acı, aynı zulüm, aynı kin, aynı öfke... Zalimlerin, kan emicilerin, despotların, tetikçilerin isimleri farklı olsa da hedefleri, amaçları, beslendikleri kaynak aynı…
6–8 Ekim denilince akla gelen ilk şey; kurban eti dağıtırken vahşice katledilen 16 yaşındaki masum yüzlü çocuk: Yasin Börü. Henüz gencecik bir delikanlıydı. Daha sakalında tüyler yeni yeni terliyordu.
Ne elinde silah ne de dilinde kin vardı. Sadece paylaşmak, sadece iyilik yapmak istiyordu. Kobani’den gelen kimsesiz çocuklara bir parça kurban etini ulaştırmaktı hedefi. Her şeyden habersizdi. Nereden bilsin kendisi gibi görünen alçakların ihaleyle aldıkları hain planı…
Ama o gün, insanlık en karanlık yüzünü gösterdi. Yırtıcı hayvanları aratmayan ihanet çetelerinin kurduğu pusuda, saldırıya uğrayacağını kim tahmin edebilirdi ki…
Mazlumiyetiyle arşı titreten Yasin; önce bıçaklandı, sonra üçüncü kattan baş aşağı atıldı, üzerinden araçlar geçti, bedeni ateşe verildi, etrafında zılgıtlar atıldı…Tarih, bir gence, bir şahsa yönelik bu derece vahşi bir katliama şahitlik yapmış mı? Bilemiyorum. Bırakın kendi soydaşları tarafından böylesi bir vahşete maruz kalmayı; yırtıcı hayvanlar bile avını yakalarken, böylesi bir vahşette bulunmaz. Aslında bir halkın vicdanı o günle paramparça oldu.
Diyarbakır’dan, Kürdistan’ın bağrından kopan bir tufan; zalimleri, hainleri, tetikçi işbirlikçileri yuttu. Bir daha zalimler gün yüzünü görmedi. Öyle bir tufan koptu ki, Yasin’in davası tüm hanelere, sokaklara, saraylara, ülke sınırlarının ötesini aştı.
Zalimlerin yüzündeki perdeleri yıktı. On yıllarca oluşturdukları algı bu tufanla savrulup dağıldı. Yasin’in davası tüm gönüllere ulaştı. Herkes Yasin’e ve yüklendiği davaya hayran kaldı. Küçük bir milat oldu adeta. Karanlık bir devrin kapanışına ve aydınlık bir devrin başlangıcına vesile oldu.
Ekim ayının başka bir takvim yaprağında, yıllar sonra, bu kez Gazze’de yine bir tufan koptu. 7 Ekim Aksa Tufanı. 77 yıllık mazlumların sabrının, ümmetin onurunun kıyamıydı. Ve tıpkı Yasin gibi, oradaki çocuklar da anneler de direnişçiler de canlı olan her şey aynı zulmün hedefindeydi. siyonizmin maskesi düştü; insanlığın karanlıkta kalmış yüzü bir kez daha göründü.
Gazze’den yükselen feryat çığlıkları, kıtaları aştı. Yüreklerde tozlanan vicdanları harekette geçirdi. Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın, Amerika’nın…Sokakları, caddeleri, haneleri, sarayları…Filistin bayraklarıyla donatıldı. Doğan çocuklara Yahya Sinvar’ın Muhammed ed Dayf’ın, Ebu Ubeyde’nin, İsmail Heniyye’nin, Salih Aruri’nin…isimleri verildi.
Yahya Sinvar’ın davası üniversitelerde tez konusu oldu, gönüllerde yanan bir meşale oldu, yolunu kaybetmişlere pusula oldu…
Yasin Börü’nün şehadeti nasıl zalimlerin karanlık yüzündeki perdeyi yırtıysa, Gazze de bugün aynı şekilde maskeleri düşürüyor. Bir yanda zalimler, diğer yanda susmayan vicdanlar. Milyarlar harcansa, yıllar geçse bile; bu iki hakikat, bu iki direniş, birbirine dokunan iki aynadır. Biri Diyarbakır’da, diğeri Gazze’de imanla direndi.
Bugün bizlere düşen, unutmamak ve unutturmamaktır. Nasıl ki Gazze’ye sahip çıkıyorsak, nasıl ki Yahya Sinvar’ı, Muhammed Deyf’i, İsmail Heniyye’yi yüreğimizde taşıyorsak; aynı şekilde Yasin Börü’yü, Turan Yavaş’ı, Hasan Gökgöz’ü, Aytaç Baran’ı ve daha nice şehitleri de unutmayacağız/unutmamalıyız. Çünkü onlar sadece bu toprakların değil, insanlığın evlatlarıydı.
Zulüm, hangi dilde konuşursa konuşsun, kökeni aynıdır. Direniş de öyle. Yasin’in akan o pak kanı, bugün Gazze’nin toprağında yeşeriyor.
Ve biz, bu iki direnişin mirasçıları olarak hem Diyarbakır’ın hem de Gazze’nin sesini taşımaya devam edeceğiz. Çünkü unutmak, ikinci bir ihanettir. Ve biz, ihanet etmeyeceğiz. Yasin de bizimdir Yahya da…
Gazze de bizimdir Diyarbakır da… Selam ve dua ile…