İran'ın Geylan şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebû Salih bin Mûsa Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsenna'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylanî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir. AbdülkadirGeylanî hazretleri 1166 (H.561)'da Bağdad'da vefat etti. TürbesiBağdad'dadır. Ziyaret edilmekde, feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kadiriyye tarîkatının kurucusudur. Ehl-i sünnet îtikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilm için vefakarlıkta emsali az bulunur bir velî idi.
Abdülkadir Geylanî hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zat olacağına dair alametler, işaretler görülmüştü. Babası rüyasında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshab-ı kiramı radıyallahü anhüm ve evliyayı gördü. Peygamber efendimiz kendisine; 'Ey Ebû Salih! Allahü teala bu gece sana kamil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi yüksek olacak.' buyurdu. Yine oğlu hakkında;'On iki imam dışında bütün velîler doğacak olan oğluna itaat edecekler, onun ayaklarını boyunlarına koyacaklar. O yüksek derecelere kavuşacak, ona itaat etmeyenler Allahü tealaya yakınlık devletinden mahrûm kalacaklar.' diye müjdelendi. Doğduktan sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerîfte gün boyunca süt emmez, iftar olunca emerdi. Bu halini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.
Doğduğu senenin ramazan-ı şerîf ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüd edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, ramazan-ı şerîfin henüz çıkmadığını anlayıp oruca devam ettiler.
On yaşında mektebe giderken etrafında meleklerin kendisi ile beraber yürüdüklerini görür, onlardan; 'Yer açın evliyadan bir zat geliyor.' dediklerini duyardı. Meleklerin söylediklerini duyan birisi; 'Bu çocuk kimdir?' diye sordu. Meleklerden birisi; 'Bu asîl bir ailenin çocuğudur. İlerde büyük bir zat olacak. Arzu edenlere hep verecek ve hiç kimseyi kapısından boş çevirmeyecek. Her gün Allahü tealaya yakınlığı artacak ve çok yüksek derecelere ulaşacak.' dedi. Çocuklarla beraber oynamak istediğinde; 'Bana gel ey mübarek, bana gel.' diyen bir ses işitir, korku ve heyecanla annesine koşardı.
Abdülkadir Geylanî on sekiz yaşında Bağdad'a geldi. Buradaki meşhur alimlerden ders almak sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Fıkıh ilmini; Ebû Hattab Mahfûz, Ebü'l-Vefa Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyin bin Kadı Ebû Ya'la ve diğer fıkıh alimlerinden öğrendi. Hadîs ilmini; Hasan-i Bakıllanî, Ebû Saîd Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Ganim Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Cafer, Ebû Kasım bin Ali, Ebû Talib Abdülkadir, Ebû Bekr Hibetullah ibni Mübarek, Ebü'l-İzz Muhammed bin Muhtar, Ebû Nasr Muhammed, Ebû Galib Ahmed, Ebû Abdullah Yahya ve diğer hadîs alimlerinden öğrendi. Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd Mahzûmî ile Hammad-i Debbas'tan almıştır.
İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd Muhzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve vazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Hatta bir kadın, mehir bedelini, kocasının orada çalışmasına saydı. Derslerine devam edenler arasında pekçok alim yetişti.
Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşad ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaz vermeyi bıraktı. İnzivaya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdad'ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:
Irak'ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazan uzun müddet yemezdim ve 'açım açım' diye içimin feryadını duyardım. Bazan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; 'Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır.' mealindeki İnşirah sûresinin beşinci ve altıncı ayet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi.'
Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyafetlere bürünüp toplu halde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; 'Ey Abdülkadir! Onlarla mücadele et, onlara galip geleceksin.' derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; 'Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım.' diye beni tehdit ederdi. Can u gönülden, 'La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azîm' okuyunca, onun tamamen yandığını görürdüm.
Bir kere Abdülkadir Geylanî şöyle bir ses işitti: 'Ey Abdülkadir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.' Bir rivayete göre; 'Başkasına yasak olan şeyleri sana helal kıldım.' diyordu. Bunun üzerine Abdülkadir Geylanî Eûzü çekti. 'Kovulmuş şeytandan Allahü tealaya sığınırım. Sus ey mel'ûn!' diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; 'Ey Abdülkadir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım.' dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; 'Sana haramları helal ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü teala böyle şeyleri emretmez.' buyurdu.
Başka bir kere gayet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. 'Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun.' dedi. 'Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş.' dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defa elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnada elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlûb ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gayet üzgün olarak; 'Senden ümîdimi kestim. Galiba seni yoldan çıkaramayacağım.' dedi. 'Sus ey mel'ûn!' dedim ve kovdum. Allahü teala her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.
Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. 'Bunlar nedir?' dedim; 'Dünya zevkleri ve zînetleridir.' denildi. Dünya ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teala beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü tealanın rızasına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan manileri, engelleri gördüm. 'Bunlar nedir?' dedim. 'Senin içinde bulunan manîlerdir.' denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. 'Bunlar nedir?' dedim. 'Arzu ve isteklerindir.' denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücadele ettim. Allahü tealanın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücadele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadasız yerlerde kalmaya mebcur ettim. Soğuk bir gece kırk defa ihtilam oldum, havanın soğukluğuna bakmadan her seferinde, hemen yıkandım. Kerh harabelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları... Dünya sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çareye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütalaa ediyordum. Nefsim; 'Biraz uyu, sonra kalkarsın.' dedi. Ona muhalefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur'an-ı kerîmi hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü tealadan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan 'fakr' mertebesine ulaştım'.
Nihayet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe halinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; 'Sen ki Abdülkadir'sin, buna hayret mi ediyorsun?' dedi.
Sahralarda dolaşırken 'Ol' sözü ile ihsan olundum. Allahü tealanın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan haya ettim. Allahü tealaya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.
Abdülkadir Geylanî hazretleri bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hazret-i Hızır önüne çıkıp, şehre girmesine mani oldu. 'Emir var. Yedi sene Bağdad'a girmeyeceksin.' dedi. Bu sebeple, Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; 'Ey Abdülkadir! Bağdad'a gir, serbestsin.' diye bir ses duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi. Doğru Şeyh Hammad bin Müslim Debbas'ın zaviyesine (dergahına) geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammad Debbas onu görünce ağlayarak; 'Oğlum Abdülkadir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır.' dedi.
Bir müddetten beri Bağdad'da bulunan Abdülkadir Geylanî hazretleri fitne ve karışıklıklar olunca tekrar sahralara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; 'Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak.' diyen bir ses işitti. 'Ben dînimi kurtarmak istiyorum.' dediğinde; 'Korkma, dînine bir zarar gelmeyecek.' denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin hakîkatını bildirmesi için Allahü tealaya yalvardı. Bu esnada Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp; 'Ey Abdülkadir! Buyurun.' dedi. Yanına varınca; 'Söyle, dün Allahü tealadan ne istemiştin?' dedi. Abdülkadir Geylanî hazretleri şaşırıp cevap veremedi. Bunun üzerine o zat kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allahü tealadan ne istediğini düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zatın Şeyh Hammad Debbas olduğunu hatırladı.
Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bazan ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; 'Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda senden daha alim birisi var mı?' derdi. Şeyh Hammad'ın müridleri ona bazan; 'Sen alim birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene.' derler; Şeyh Hammad da onlara; 'Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, manen kemale ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mana aleminde onu koca bir dağ gibi görüyorum.' derdi.
Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkadir Geylanî hazretleri dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammad; 'Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itaat edecek.' dedi.
Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; 'Hoş geldin Abdülkadir! Sen ariflerin, Allahü tealayı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim.' dedi.
Zamanındaki diğer evliya da keramet olarak ilerde onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler. Abdülkadir Geylanî hazretleri zaman zaman Şeyh Tacül arifîn Ebü'l-Vefa hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefa hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere; 'Ayağa kalkın, evliyadan biri geliyor.' derdi. Ona karşı bu şekilde iltifat etmesine hayret eden talebelerine; 'Henüz zamanı var. Vakti gelince, okumuş, cahil herkes bu gence muhtac olacak, onun feyzinden, manevî ilminden faydalanacaktır. Sanki şu anda onun Bağdad'da cemaatlere vaz ve nasîhat ettiğini, 'Ayağım bütün velîlerin boynundadır.' dediğini ve bütün velîlerin boyunlarını ona uzattıklarını, görüyorum.' derdi.
Bir defasında da; 'Ey Bağdadlılar! Allahü tealaya yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır.' dedi ve Abdülkadir Geylanî hazretlerine dönüp; 'Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın.' diye hitab etti.
Nihayet Abdülkadir Geylanî hazretleri Bağdad'da insanları irşada, Allahü tealanın beğendiği yolda bulunmaya davete ve nasîhat etmeye başladı. Bir gün kendini nûrların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah efendimiz Allahü tealanın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; 'Bu, kutubluk denilen velîlere ait evliyalık elbisesidir.' buyurdular.
Resûlullah efendimizden hazret-i Ali vasıtasıyla gelen feyzler, manevî ilimler ondan sonra hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imamdan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyaya feyzler hep on iki imam vasıtasıyla geldi. Abdülkadir Geylanî hazretleri dünyaya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyalıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki imamdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun vasıtasıyla geldi. Başka hiç bir velî bu makama ulaşamadı. Bunun için; 'Önceki velîlerin güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır.' buyurdular. Kıyamete kadar, her velîye feyzler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine 'Gavs-ül-A'zam; En büyük Gavs' denildi. Yalnız İmam-ı Rabbanî hazretleri bu hususda onun vekîlidir.
Abdülkadir Geylanî hazretlerinin evliyalıktaki derecesinin yüksekliğini zamanındaki bütün evliya kabûl etmişti. Bir gün Bağdad'da sohbet ediyordu. Meclisinde pekçok alim ve velî vardı. Bir ara; 'İşte şu ayağım her velînin boynu üzerindedir.' buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu sözü tasdîk ettiler.
Şeyh Halîfet-ül-Ekber anlatır:
Rüyamda Resûlullah efendimizi gördüm. 'Ya Resûlallah! Şeyh Abdülkadir, ayağım bütün velîlerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?' diye sordum. 'Doğru söylemiştir. O benim himayemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?' buyurdu.'
Adiyy bin Müsafir; 'Bu sözü yalnız o söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi zamanındaki ferdiyet denilen makamını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun, izinli değildir.' der.
Ahmed Rufaî hazretleri; 'O bu sözü manevî emirle söyledi.' dedi.
İbn-i Hacer-i Askalanî hazretleri de; 'Bunun manası, ilerde o kadar keramet gösterecektir ki, inad eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu inkar etmeyecektir.' dedi.
Büyük alim İzzeddîn bin Abdüsselam; 'Şüphesiz o, evliyanın sultanı idi.' demişti.
Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki:
'Abdülkadir Geylanî bu sözü söyleyince, bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde bereket, hallerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnasız, başlarını onun ayağına doğru uzatmışlardı.'
Abdülkadir Geylanî bu sözü söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı. O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufaî hazretleridir. Ona niçin böyle yaptığını sorduklarında şöyle dedi:
'Şu anda Abdülkadir Bağdad'da 'Ayağım, her velînin boynundadır' diyor.
Ebû Medyen Mağribî de; 'Evet ben Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim.' buyurdu.
Abdülkadir Geylanî hazretlerinin tasavvuftaki yoluna Kadiriyye tarîkatı denir. Tarîkatının husûsiyeti, dînin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allahü tealayı anmak, gönlü Allahü tealadan başkasından kurtarmaktır.
Abdülkadir Geylanî hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri şöyle anlatır:
Hicrî beş yüz yirmi bir senesi Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi rüyamda gördüm.
'Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?' buyurdu. 'Babacığım ben yabancıyım. Bağdad fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?' dedim. 'Ağzını aç!' buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defa mübarek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve; 'İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve vazlar ile Rabbinin yoluna çağır.' buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yanımda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Talib'i gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana; 'Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?' diyordu. 'Babacığım! Nutkum, konuşmam tutuldu, konuşamıyorum.' dedim. 'Ağzını aç.' buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan ağzıma altı defa saçtı. 'Niçin yediye tamamlamadınız?' dedim. 'Resûlullah'a karşı olan edebimden.' buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım.
Birgün, minberde oturmuş vaz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevazi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vazına devam etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye sual edince; 'Ceddim Resûlullah'ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vaz etmemi emr etti, dedi.
Sohbetlerinde bazan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cuma, salı ve pazartesi gecesi halka vaz ederdi. Vazında, alim ve evliyadan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzûr içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devam etti. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hal altmış yaşına kadar devam etti. Huzûrunda Kur'an-ı kerîm tegannîsiz gayet sade, tecvide riayetle okunurdu. Dört yüz alim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suallere gayet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sahibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.
Bir gün birisi huzûrunda Kur'an-ı kerîm okudu. Âbdülkadir-i Geylanî hazretleri okunan ayet-i kerîmeleri tefsîr etmeye başladı. Kırk şekilde tefsîr yaptı ve hepsinin delilini gösterdi. Orada bulunanlar yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve dinleyenleri hayrette bıraktı. Sonra; 'Sözü burada bırakıyorum. Şimdi kelime-i tevhide geldik'La ilahe illallah' dedi. Bunları söyler söylemez cemaatı bir hal kapladı, hepsi kendilerinden geçti.
Önce lazım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbaî ismindeki bir zat anlatır:
Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabî Hilyet-ül-Evliya kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibadetle meşgûl olmak istedim. Gidip Abdülkadir Geylanî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana bakıp; 'Eğer inzivaya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zatların, yani mürşid-i kamillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra inzivaya, yalnız ibadete başla. Yoksa, ibadet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcabeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın.' buyurdu.
Sabah ve ikindiden sonra tefsîr, hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'an-ı kerîm ve kıraat dersleri okuturdu. Akşam ve sabah ise, usûl-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi. Onun bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi. Ebû Muhammed Haşşab der ki:
Gençken nahiv okuyordum. Bana bir gün Abdülkadir Geylanî hazretlerinin vazlarında çok tesirli konuştuğunu söylediler. Vakit bulamadığım için gidemezdim. Nihayet bir gün vaz verdiği yere gittim. Beni görünce; 'Bizim sohbetimizde bulun, seni Sîbeveyh yapalım.' dedi. O günden sonra yanından ayrılmadım. Din bilgilerinde ve aklî ilimler denilen diğer yardımcı ilimlerde çok istifade ettim. O kadar kavaid (kaideler) öğrendim ki, başkalarından öğrendiklerimi unuttum.'
Abdülkadir Geylanî hazretlerinin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen alimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylanî hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nûr çıktı ve alimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hal kaplayıp, Abdülkadir Geylanî hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suallerinizi sorun buyurdu. Her biri suallerini sorup, hemen cevabını aldı. Onlara; 'Size ne oldu böyle?' denildiğinde; 'Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suallerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık.' dediler.
Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır:
Ben, Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve enbiyayı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir defasında da Hızır aleyhisselamı görmüştüm. 'Her kim dünyada kurtuluşa ermek ve saadete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkadir'in meclisine devam etsin!' buyurmuştu.
İbn-i Kudame şöyle söylemiştir:
'1166 (H.561) yılında Bağdad'a girdiğimizde, Abdülkadir-i Geylanî hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sahipti. Onun gibi bir zata daha hiç rastlamadık.'
Abdülkadir Geylanî hazretleri felsefe ile meşgûl olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünya rûh, alem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teala tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu îtibarla sonra gelenler önce gelenleri daima tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dînin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri îtikadın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbn-i Sîna ve Farabî gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgûl olduklarından sapıtmışlardır.
Şeyh Muzaffer Mansur der ki:
Birkaç kişi ile Abdülkadir Geylanî hazretlerinin yanına gitmiştik. Elimde, felsefe ile ilgili kitaplar vardı. Bizi süzdükten sonra kitabı görmeden bana; 'O elindeki kitap ne kötü bir arkadaştır.' buyurdu. Bu esnada oradan ayrılıp kitabı bir yere koymak ve bir daha taşımamak hatırıma geldi. Kitabı çok seviyordum. İçerisindeki çok şeyi de ezberlemiştim. Tam kalkacaktım, bana dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Şaşırıp kalkamadım. 'Şu kitabı bana versene.'buyurdu. Vermek için kitabı açtım. Bir de ne göreyim kitabın sahifeleri bembeyaz olup, hiçbir şey yazılı değildi. Kitabı kendisine verdim. Tek tek sahifelerine baktıktan sonra bana geri verdi. 'İşte İbn-i Daris'in Fedail-ul-Kur'an (Kur'an-ı kerîmin fazîletleri) kitabı.' buyurdu. Baktım gerçekten onun güzel bir hatla yazılmış bir nüshası idi. Bana; 'Kalb ile tövbe etmek ister misin?' buyurdu. 'Evet.' dedim. 'Öyleyse kalk!' dedi. Kalktım. Zihnimde felsefe ile ilgili bütün öğrendiklerimi unuttum. Daha önce onları hiç okumamış gibi oldum.
Dîne uygun olmayan bir şeye müsaade etmezdi. Bir gün yanında; 'Falanca çok ibadeti ve kerametleri ile meşhûrdur.' diye konuşuldu ve bu arada;'Ben derece bakımından Yûnus aleyhisselamı geçtim.' dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü. Yaslandığı yastığı yere doğru attı. Gidip baktıklarında adamın öldüğünü gördüler. Vefatından sonra o şahıs rüyada neşeli olarak görüldü. 'Nasılsın?' diye sorulduğunda; 'Şeyh Abdülkadir hem Allahü tealanın, hem Yûnus aleyhisselamın yanında bana şefaatçı olduğu için, Allahü teala beni affetti. Yûnus aleyhisselam hakkında söylediğim o söz sebebiyle hesaba çekmedi.' dedi.
Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zat gelmişti. Abdülkadir Geylanî hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkadir Geylanî hazretleri; 'Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim.' buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefat etti.
Abdülkadir Geylanî hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükût eder, konuştuğunda gayet cazib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din husûsunda asla taviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; 'Ondan daha kerîm ve lütufkar kimse olamaz.' kanaati hakim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıya onun vasıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, azad ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:
'Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!'
Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.
Fakîrlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazîfeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisiçarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzûmlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.
Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesîle ederek, araya koyarak Allahü tealaya dua ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki:
'Sıkıntıda olan bir kimse beni vesîle edip Allahü tealaya yalvarsa derhal sıkıntısı gider. Şiddet anında her kim benim ismimi ansa derhal rahata kavuşur. Abdülkadir Geylanî hazretlerinin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allahü tealadan dilekte bulunursa, derhal işi görülür.'
Bir kere de; 'Her kim her rekatında Fatiha'dan sonra on bir İhlas okuyarak, iki rekat namaz kılarsa, selamdan sonra da on bir defa Allah'ın Resûlüne salat ve selam getirip benim ismimi anarak yalvarırsa, Allahü tealanın izni ve yardımıyla derhal işi görülür.' buyurdu.
Temiz bir hanım, Abdülkadir-i Geylanî hazretlerine talebe olmuştu. Bu kadın dağda iken, ihtiyaç için mağaraya girdiğinde daha önce ona aşık olan bir ahlaksız da ardından girdi. Kadına yanaşıp, onun namusunu kirletmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak bir yer bulamadı. Gavs-ül-a'zamın ismini söyleyip; 'Yardım et (yetiş, imdad) ey Gavs-ül-a'zam, ey insanların ve cinlerin gavsı, yardımcısı, yetiş! Yetiş ey Şeyh Muhyiddîn (dînin ihya edicisi), yetiş ey Seyyid Abdülkadir!' deyip feryad etti. O anda Gavs-ül-a'zam medresede abdest alıyordu. Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı. Onları çıkarıp mağara tarafına savurdu. Ahlaksız, arzusuna kavuşamadan, nalınlar kafasına ulaştı ve ölünceye kadar başına vurdular. Kadın, o mübarek nalınları alıp hazret-i Gavs'a getirdi ve başından geçeni anlattı.
Müridlerinin, talebelerinin tövbesiz vefat etmemeleri için dua etti:
'Allah'ım! Ceddim, Habîbin Muhammed aleyhisselam ve kullarından takvaya erenlerin hatırı için, hiç bir mürîdimin, talebemin rûhunu tövbesiz alma.' diye yalvardı.
Bir defasında; 'İyi müridlerin hali malum, ya kötülerinki ne olacak?' diye sorduklarında; 'İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık.' buyurdular.
Bir kere de; 'Bana gözün alabileceği kadar bir kitap verildi. Onda kıyamete kadar talebelerimin isimlerini gördüm.' buyurmuştur.
Cinler de kendisinden çekinir, itaat edip sözünü dinlerlerdi.
Ebû Saîd Abdullah bin Ahmed isminde birinin kızına cinler musallat olmuştu. Halini, Seyyid Abdülkadir Geylanî hazretlerine arz etti. O da; 'Falanca yere git. Oraya cinlerin reisi uğrayacak. Ona benim gönderdiğimi söylersin, halini anlatırsın. O sana yardımcı olur.' buyurdu. O şahıs denilen yere gitti. Kendisini Abdülkadir Geylanî'nin gönderdiğini ve kızının durumunu anlattı. Cinlerin reisi kızına musallat olan cini cezalandırdı. Ebû Saîd cinlerin reisine;'Bugüne kadar senin kadar Abdülkadir'in emrine can u gönülden itaat eden görmedim.' deyince; 'Abdülkadir Geylanî hazretleri her gece evinden bakar, cinleri seyreder. Cinler onu görünce korkularından sağa sola kaçışırlar. Allahü teala sevdiği kulun emrine birçok insan ve cin verir.' dedi.
Duası makbûl idi. Bağdad halkından biri ona gelerek; 'Babamı rüyada azab içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkadir'e git, bana dua etsin. Belki Allahü teala beni azapdan kurtarır.' dedi. Bunun için sana geldim. Babama dua ediverin de azaptan kurtulsun.' dedi. Abdülkadir Geylanî hazretleri sükût buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyasında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; 'Baba, dün azab içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?' diye sordu. Babası; 'Şeyh Abdülkadir bana dua etti. Allahü teala onun duası hürmetine beni azaptan kurtardı.' dedi.
Tabiblerin tedavî edemediği hastalar ona gelirler, duası bereketiyle şifa bulup giderlerdi. Bir defasında Halîfe Mustencid'in akrabasından karnı şiş bir hastayı getirdiler. Elini sürüp, dua ettiğinde Allahü tealanın izni ile iyileşti.
Halk sıkıntıları olunca ona gelirdi. Bir seferinde Dicle Nehri taşmış, sular Bağdad sokaklarına kadar gelmişti. Herkes korku ile Abdülkadir Geylanî hazretlerine baş vurdu. Abdülkadir Geylani hazretleri oraya geldi. Bastonunu nehrin kenarına dikti. 'Daha ileri gitme!' dedi. Allahü tealanın izni ile nehrin suyu o andan îtibaren azalmaya başladı.
Muhammed Ezher şöyle anlatır:
Bir sene Allahü tealadan devamlı bana evliyasından birini göstermesini istedim. Bir gece rüyamda İmam-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyaret ettim, orada birisi vardı. İçimden onun evliyadan biri olduğunu geçirdim. Uyanınca Ahmed bin Hanbel'in kabrine koştum. Rüyada gördüğüm zat orada duruyordu. Önümden geçip Dicle'ye doğru gitti. Ziyaretimi acele yapıp onu takib ettim. Dicle Nehrinin iki tarafı, bir adımlık mesafe oluncaya kadar yaklaştı ve adımını atarak geçiverdi. Sonra o zat medresesine gittiğinde rüyada ve uyanık iken gördüğü zatın Abdülkadir Geylanî hazretleri olduğunu anladı.
Onu gören tesiri altında kalır, mübarek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı. Cuma günleri camiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu.
Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.
Gavs-ül-azam, Medîne-i münevvereden Bağdad-ı Darüsselama gelirken, yolda hırsızlardan birine rastladı. Hırsız soyacak adam arıyordu. Gavs-ül-azam ona; 'Sen kimsin?' buyurdu. Hırsız; 'Ben çölde yaşıyanlardanım.' dedi. Gavs-ül-azam ona, isminin masiyet, günah mürekkebi ile yazılmış olduğunu açıkladı. Hırsızın kalbinden, bu heybet ve azamet sahibi kişinin Gavs-ül-azam olması muhtemeldir düşüncesi geçti. Hırsızın kalbinden geçeni kendisine söyledi ve; 'Evet, ben Abdülkadir'im.' buyurdu. Hırsız, derhal mübarek ayaklarına kapandı ve dilinden; 'Ey Seyyid Abdülkadir! Allah için bana bir ihsanda bulun!' sözleri çıktı. Gavs-ül-azam, haline acıdı ve kabinin düzeltilmesi için, Allahü tealaya dua etti. Hitab geldi; 'Ey Gavs-ül-azam, hırsızı doğru yola ulaştır. Onu sevgililer hidayetine irşad eyle, onu kutublardan biri eyle!' Hırsız, eşsiz teveccühleri ile kutublardan oldu.
Meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir rahip şöyle anlatır:
Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen'deki İslam alimlerinden birine müracaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyamda Îsa aleyhisselamı gördüm. Bana; 'Irak'a git, orada Abdülkadir isminde biri var, onun huzûrunda müslüman ol. Çünkü o zamanındaki alimlerin en büyüğüdür.' buyurdu.
Yine on üç kişilik bir hıristiyan cemaati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman olacaklarını düşünürlerken sahibini görmedikleri bir ses; 'Bağdad'a gidin. Abdülkadir Geylanî ismindeki zatın huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde öyle bir îman nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz.' diyordu.
Bu hadiseler, Abdülkadir Geylanî hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini göstermektedir. Yoksa, İslamiyette, müslüman olmak için, müftüye, imama gitmek ve formaliteye ihtiyaç yoktur. Bir kimse kelime-i şehadeti söyleyip manasına inanınca müslüman olur.
Allahü tealanın izni ile bir anda birçok yerde bulunurdu.
Ramazan-ı şerîfte bir gün, ayrı ayrı yetmiş kişi, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a'zamı iftara davet etti. Herbiri kendi evini şereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her birinin davetini kabûl etti, aynı anda davet edenlerin evlerinde iftarda bulundu, onlarla birlikte yemek yedi. Bu haber, bu büyük ve havsalaya sığmaz keramet, bir anda Bağdad'a yayıldı. Huzûrunda hizmet eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-azam o akşam tekkesinden çıkmadığı, iftarı burada yaptığı halde, o kimselerin evlerine girip, onlarla yemek yemesi ve bu yemeğin aynı anda olması nasıl olur? diye düşündüğü zaman, Gavs-ül-azam, o hizmetçisine dönerek; 'Onlar doğru söylüyorlar, herbirinin davetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda herbirinin evlerinde yemek yedim' buyurdu.
Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamıyacağını söylerdi.
Bir kadın, çocuğunu Abdülkadir-i Geylanî'ye getirip; 'Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu azad edip, size getirdim.' dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı. Bu şekilde devam ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer halde buldu. Bu hal ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. 'Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer.' dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; 'Kum bi-iznillah!' yani Allahü tealanın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitaben; 'Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!' buyurdu.
Bazan sevdiklerine mana aleminde çeşitli şeyleri gösterirdi. Ali bin Yakub anlatır:
Bir kere daha yanına gitmiştik. Başını eğip, murakabeye dalınca, ondan bir nûrun yükseldiğini gördüm. Gözümden perde kalktı, melekleri, onların tesbihlerini ve kabirdekileri, onların hallerini, derecelerini, tesbih ettiklerini gördüm. Her insanın alnındaki yazıları okumaya başladım. Hulasa bana gaybî, gizli pekçok şey malûm oldu. Beni oraya götüren Hocam Ali bin Hîtî, aklıma bir şey olmasından korkuyorum deyince, göğsüme vurdu ve ondan sonra gördüklerimden dolayı hiç korkmadım.
Ebü'l-Hacer Hamid Hiranî anlatıyor:
Bir gün Abdülkadir Geylanî hazretlerinin medresesine gittim ve huzûrunda oturdum. Bana; 'Ey Hamid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın.' buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan Nûreddîn beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkadir Geylanî hazretlerinin o sözünü hatırlarım.
Bir gün bir cemaatle terasta durup, Buhara tarafına dönerek, güzel bir koku aldı ve; 'Benim vefatımdan yüz elli yedi sene sonra, dünyaya Muhammedî meşreb birisi gelir, ismi Behaeddîn Muhammed Nakşibendî'dir. Bana mahsus nîmetlere kavuşur.' buyurdu ve dediği gibi oldu.
Evliyanın büyüklerinden ve mürşid-i kamillerin en meşhûrlarından olan bu zat, Muhammed Behaeddîn-i Buharî Nakşibend hazretleri idi.
Allahü teala ona eşyanın aslını, neden meydana geldiğini gösterirdi.
Bir gün devlet ileri gelenlerinden birisi huzûruna gelmişti. Tesirli nasîhatlarını dinledikten sonra memnuniyetinden on kese altını ortaya koyup, bunlar senindir.' dedi. Abdülkadir Geylanî hazretleri almak istemedi. Çok ısrar edince, içinden ikisini aldı ve sıktı. Elinin altından kan akmaya başladı. O şahsa; 'Bunları bana getirmekten hiç mi haya etmedin?' dedi. Onları helalden kazanmadığını göstermiş oldu.
Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkadir Geylanî hazretleri buyurur ki:
'Kerametler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerametini gizlemeyen dünyaya düşkündür. Bana talebe olan yahut evladımdan ve halîfelerime bağlı olup, keramet derecesine ulaşıp, maksatsız keramet izhar edenin yüzü iki dünyada kara olur.'
Abdülkadir Geylanî hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
'İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, alim ve cesûr olması.'
'Şükrün esası, nîmetin sahibini bilmek, bunu kalb ile îtiraf etmek ve dille söylemektir.'
'Büyük alimlere tabi olunuz; bid'at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere sapmayınız. İtaat ediniz, muhalefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız.'
'Kalb dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş olamaz.'
'Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzûndur. Peygamber efendimiz; 'Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzûndur.' buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşgûldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir.'
'İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü tealanın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.'
İlk önce yapılması lazım olan şeyler husûsunda:
'Mü'minin, en önce farzları yapması lazımdır. Farzları bitirdikten sonra, vacib ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nafilelerle meşgûl olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgûl olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabûl olmaz. Ali bin Ebî Talib'in rivayet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: 'Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allahü teala, onun nafile namazlarını kabûl etmez.' Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun sermayesi, nafileler de kazancıdır. Sermaye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz.' buyurdu.
Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:
'Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, salihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla beraber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hasıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.
Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allahü tealanın kitabının ve Resûlünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felah, bulur kurtuluşa erersin.'
Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünya lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü tealadır. Senin düşüncen, Rabbin ve O'nun katında bulunan nîmetler olmalıdır. Dünyadan (haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında ahirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sadece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de ahiret için hazırlık yap.'
Faydasız şeyleri bırakmak husûsunda:
'Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Resûl-i ekrem; 'Hayat, ahiret hayatıdır' buyurdu.'
İyi zan sahibi olmak hakkında:
'Müslümanlar hakkında iyi zan sahibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda ahireti düşünen alimlere sor.'
Dua hakkında:
'Allahü tealadan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; 'Ben istiyorum. Fakat Allahü teala vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim.' deme. Duaya devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü tealadan istedikten sonra, Allahü teala onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teala seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nîmetini ihsan eder. Eğer Allahü teala senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü tealaya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teala sana razı ve memnûn olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teala alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir.
Âhiret işlerini önce yapmak husûsunda:
'Âhireti sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce ahireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyanı sermaye, ahiretini onun karı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyadan artan zamanını, ahiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riayet etmezsin. Sonra dünya işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kaza namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, heva ve isteğine hatta şeytana tabi olursun. Âhiretini dünyaya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Halbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzib etmek ve selamet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar ahiret yolu, Rabbine taat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevasında ona uydun. Sonunda dünya ve ahiretin hayırlısını kaçırdın. Dünya ve ahiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünya bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyadan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini ahiret yoluna çekseydin, ahiretini esas ve sermaye kabûl etseydin, dünya ve ahiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyaya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü tealaya itaat edersen, Allahü tealanın has kullarından olursun.'
Yapılan nasîhatı kabul etmek hakkında:
'Kardeşinin sana yaptığı nasîhatı kabul et. Ona muhalefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resûl-i ekrem; 'Mümin, müminin aynasıdır.' buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasîhatlerde samîmîdir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır.'
Acele etmemek husûsunda:
'Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allahü tealadandır. Umûmiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazînedir.'
Gaflet hakkında:
'Allahü tealadan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup gidiyor. Halbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binaları kurmakla meşgûl oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzûrunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Halbuki Allahü tealayı anmak, ariflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü tealayı hatırlamaya mani olan her şeyi unutturur.'
Allah için yapılmayan işler hakkında:
'Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hali nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü tealanın rızasını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü tealadan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, adî ve bayağı niyetlerin için tövbe et.
İnsanlara gösteriş için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü tealanın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin. Resûl-i ekrem daima tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sadece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.'
Allahü tealanın sevgisinde samîmiyetin nasıl belli olduğu hususunda:
'Kulun Allahü tealayı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına bela ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn halini muhafaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü tealayı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alamet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize;'Ben seni seviyorum.' deyince; 'Fakirlik için bir elbise hazırla.' buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; 'Ben Allahü tealayı seviyorum.' deyince; 'Bela için elbise hazırla.' buyurdu.'
Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dair:
'Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryad etmeyin. Doğruluk üzere devam edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.
Allahü tealaya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükafatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhûr olan, bu lakabı, bir anlık cesareti netîcesinde kazanmıştır. Allahü teala Kur'an-ı kerîmde mealen; 'Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir.' buyuruyor (Bekara sûresi: 153)
Hayatı fırsat bilmeye dair:
'Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz.'
Kabir ziyaretine dair:
'Kabirleri ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir.'
Günahlardan sakınmak husûsunda:
'Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; 'Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür.' buyurdu.'
Vefatı: Abdülkadir-i Geylanî hazretleri vefat edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: 'Yanımdan ayrılın! Çünkü zahirde, görünüşte sizinle, batında sizden başkasıyla yani Allahü teala ile beraberim.' Yine o esnada buyurdular: 'Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!' Yine; 'Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekatühü. Allahü teala beni ve sizi magfiret etsin! Allahü teala benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!' Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.
Oğlu Şeyh Abdürrezzak anlatır:
Gavs-ül azam, o esnada, ellerini kaldırıp, uzattı ve; 'Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berekatühü! Tövbe ediniz!' buyurdu.
Vefat ederken iki defa; 'Allahümme refîk al a'la.' deyip; 'Size geliyorum, size geliyorum.' buyurdu. Tekrar buyurdu ki: 'Durun!' Bunun ardından, ona ölüm ve sekerat hali geldi. Bu halde iken; 'Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü tealanın ilminde bir halden başka bir hale geçmekteyim.' buyurdu.
Son anlarında, oğlu Abdülcebbar; 'Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?' diye arz edince; 'Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teala iledir.' buyurdu.
Oğlu Şeyh Abdülazîz; 'Hastalığınız nasıldır?' diye sorunca; 'Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü tealanın ilmi, hükmü ile nakıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teala, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından sual olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur.' buyurdu.
Daha sonra; 'Kudret ile hakim, kullarına ölüm ile galib olan Allahü teala, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah!' Sonra da; 'Allah Allah Allah...' deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.
Vefatı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenaze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenaze namazını oğlu Abdülvehhab kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar halinde ziyaretine geldiler. Bu ziyaretler günlerce devam etti.
Abdülkadir Geylanî hazretlerinin kız ve erkek pek çok çocuğu vardı. Nesli onlar vasıtasıyla dünyanın çeşitli yerlerine Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Irak, Suriye ve Anadolu'da yayılmıştır. Oğullarından Ebû Abdurrahman Şerefeddîn Îsa Mısır'a hicret etmiş olup şimdi Mısır'daki Kadirî şeriflerin dedesi odur. Torunları, Kuzey Afrika'da daha çok Şerif ve Şurefa gibi isimlerle, Irak, Suriye ve Anadolu'da ise Seyyid ve Geylanî diye anılmaktadır.
Eserlerinden bazıları şunlardır:
1) El-Gunye li-Talibî Tarîk-ıl Hak: Îman, ibadet ve ahlakî konuları ihtiva eder. 2) El-Fethurrabbanî vel-Feyz-ur-Rahmanî: Vazlarından meydana gelir. 3) Fütûh-ul-Gayb: Bu eser vazlarından ve oğlu Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana gelir. 4) El-Fuyûzatu'r-Rabbaniyye fî Evrad-il-Kadiriyye: Dua ve virdlerden meydana gelir. 5) Mektûbat: On beş mektuptan meydana gelir.
ALTININ VAR MI?
Bir gün Abdülkadir Geylanî'ye; 'Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?' diye sordular. Buyurdu ki:
'Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; 'Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın.' dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; 'BeniAllahü tealanın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad'a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim.' dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan mîras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. 'Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teala için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem.' dedi. Küçük bir kafile ile Bağdad'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. 'Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?' diye sordu. 'Kırk altınım var.' dedim. 'Nerededir?' dedi. 'Koltuğumun altında dikili.' dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. 'Altının var mı?' dedi. 'Kırk altınım var.' dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. 'Neden bunu söyledin?' dediler. 'Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım.' dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; 'Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum.' dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, 'İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol' dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa benim vesîlemle tövbe edenler, bu altmış kişidir.'
ATEŞİN ODUNU YİYİP BİTİRDİĞİ GİBİ
Abdülkadir Geylanî'nin sohbetleri ile hasta gönüller şifa bulur, katı kalpler yumuşardı. İnsanların manevî hastalıklarını tek tek bildirir, onları tedavî ederdi. Hasedin, kıskançlığın Allahü tealanın gazabına sebeb olacağını şöyle anlatır:
Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin îmanını zayıflatır. Mevlanın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü tealanın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz; 'Allahü teala, hasetçi kimse nîmetimin düşmanıdır,' buyurdu.' diye bildirmiştir. Resûl-i ekrem bir hadîs-i şerîfte; 'Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer.' buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin husûsunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü tealanın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü tealanın kendisi için takdir ve taksim ettiği nîmetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü tealanın bu ihsanından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teala sana zulmetmez. Allahü teala senin için takdir ettiğini, sana nasîb olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.
BU İHTİYARI HİMÂYE ETSİN!..
Gavs-ül-a'zam bir gün, İmam-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyaret etti. Yanında evliyadan bir cemaat da vardı. Kabrin başında okudular. İmam-ı Ahmed bin Hanbel kabirden çıktı, elinde gömlek vardı. Gömleği verdi ve birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra İmam-ı Ahmed; 'Ey Seyyid Abdülkadir! Fıkıh, tasavvuf ile helalin, haramın ilmi sana muhtaçtır.' buyurdu.
Bir gece Resûlullah efendimizi rüyada gördü. Bu arada İmam-ı Ahmed bin Hanbel'i de gördü. Bir eliyle sakalını tutmuş, Resûlullah efendimizden rica ediyor ve; 'Ey Allah Resûlü! Oğlun Muhyiddîn Seyyid Abdülkadir'e buyur da, bu zayıf ihtiyarı himaye etsin.' diyordu. Resûlullah efendimiz tebessüm buyurarak: 'Ey Seyyid Abdülkadir! Bu şeyhin ricasını kabûl et.' buyurdu. Resûlullah'ın emri ile, onun ricasını kabûl etti ve sabah namazını Hanbelîlerin namazgahında kıldı. Halbuki Hanbelî namazgahında imamdan başka kimse olmazdı. Abdülkadir-i Geylanî hazretleri oraya gelince, pek çok kimse de ardından gelip, mescidi doldurdu ve boş yer kalmadı. 'Eğer Gavs-ül-a'zam hazretleri o gün, Hanbelî namazgahında hazır olmasaydı, Hanbelî mezhebi unutulacaktı.' denilmiştir. Bundan sonra Hanbelî mezhebine göre ibadet etti.
BİZİM YOLUMUZ
Oğlu Abdurrezzak'a şöyle vasiyet eyledi:
Ey oğlum! Allahü teala bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfîk, başarı ve muvaffakiyet ihsan eylesin! Sana Allah'tan korkmanı ve O'na taat üzere olmanı, dînimizin emir ve yasaklarına riayet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim.
Ey oğlum! Allahü teala bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu yolumuz, Kitap ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selameti, el açıklığı, cömertlik, cefa ve ezaya katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.
Ey oğlum! Sana vasiyet ederim! Derviş yani Allah adamlarıyla beraber ol. Meşayıha, tasavvuf büyüklerine hürmeti gözet! Din kardeşlerinle iyi geçin! Küçük ve büyüklere nasîhat üzere ol. Dinden başka şey için kimseye düşmanlık etme!
Ey oğlum! Allahü teala bize ve sana tevfîk versin! Fakirliğin hakîkati, senin gibi olana muhtaç olmaman, zenginliğin hakîkati ise, senin gibi olandan bir şey istememendir. Tasavvuf haldir, söz değildir, söz ile de ele geçmez. Dervişlerden, Allah'tan başkasına ihtiyaç duymayan birisini görürsen, ona ilim ile değil, rıfk, yumuşaklık, güler yüz ve tatlı söz ile muamele eyle! Zîra ilim onu ürkütür, rıfk, yumuşaklık ise çeker ve yaklaştırır.
Ey oğlum! Zenginlerle sohbetin, görüşmen izzet ile, onlara değer vermeyerek, fakirlerle görüşmen ise, kendine değer vermiyerek olsun.
İhlas üzere ol! İhlas, insanların görmesini hatıra getirmeyip, yaradanın daima gördüğünü unutmamaktır. Sebeplerde Allahü tealaya dil uzatma. Her halde Allahü tealadan gelene razı ve sükûn üzere ol. Allah adamlarının huzûrunda şu üç sıfat üzere bulun: Alcak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir kalb. Hakîkî yaşamak, nefsini öldürmenle, nefsinin arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemenle olur.
Muhabir: Haber Merkezi