Her zamanki yerde oturmuştum. Zira ruhumun sessizliğe ihtiyacı vardı. Oturur oturmaz göz göze geldiğim Van Gölü ile bakışıp sohbet etmeye hiç niyetim yoktu.

Yoldaki ve yerlerdeki çamur ve çamur suyundan oluşmuş göletlere, gözlerim takılsın istemiyordum.

Pencereden gökyüzü ile bakışıp gökyüzünün maviliğine odaklandım.

'Gözlerim yere kaymasın' diye de çok özel bir gayret sarfediyordum.

Adeta yere bakmamak için gökyüzünün maviliğine sığınıyordum.

Anlayacağınız, 'Gözlerim yerdeki çamura ve çöplere ilişmesin' diye direniyordum...

Zira ruhumun keyfini kaçırmaya hiç niyetim yoktu.

Hem mavi, ruhuma çok iyi gelir. Hele gökyüzü maviliği ufkumu açar, ilham verir bana.

Sonra gökyüzü ile aramıza kara bulutlar giriverdi, bir kara kedi misali.

Gökyüzündeki kara bulutlar, yağmurun habercisi ve binbir çeşit bahar çiçeklerinin müjdecisi olsa da nafile...

Başımı az öteye doğru kaldırdığımda Süphan Dağı, bütün heybeti ve karbeyaz gelinliği ile 'Ne çiçeği, ne baharı' dercesine tehditler savuruyordu.

Nitekim haber bültenlerinde 'Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.' sözünü haklı çıkartırcasına haberler sunuluyordu...

Oysa baharın nazlı çiğdemleri, bütün güzelliklerini ikram etmeye hazırlanıyordu...

Sonra bir yağmur, bir kar derken; Süphan haklı çıkmıştı.

Her yeri, bembeyaz bir örtü sarmıştı.

Lapa lapa kar yağmaya başlamıştı.

Oturduğum yerde iyice sessizleşmiştim.

Bu sessizliği, yan-arka odalardan değil, hatta yan daireden, alt-üst dairelerden de değil, yan binadan evet evet yan binadan gelen öfke dolu bir ses bozmuştu.

O yemeğini yeee!... Beni oraya getirme!... Yoksa kafanı kırarım!...

Nasıl da korku saçıyordu, nasıl da zorbalık kokuyordu bu nida.

'Zorla güzellik olmaz' diye pencereden seslenmek istedim.

Ama hani oluyor ya, insan bazen konuşması gerektiğini düşünür... Sonra en sağlıklı ve makbul düşünce, susmak olduğunu anlar ya, insan... İşte öylece derin derin sessizleştim. Sadece 'Neden bu zorbalık' diyerek kafamda defalarca düşünüp düşünüp tarifsiz bir sessizliğe gömüldüm.

Zorbalığın doğurduğu haksız sonuçlar, bir bir gözlerimde canlandı.

Zorbalığın doğurduğu dramlara sınır çizemeyince de sessizliğim çaresizliğe evrildi.

Hergün ama hergün zorbalıktan kaçmış, tespih taneleri gibi yollara dağılmış, hayır hayır dağılmış değil, vaçgeçilmiş mültecileri, görmemin sanırım büyük bir etkisi var.

Mültecilerin yükleri, omuzlarında taşıdıkları bölük pörçük olan çantaları değil; esas ağır yükleri, omuzlarındaki çaresizlik, gözelerindeki umutsuzluk ve yüreklerini yangın yerine çeviren acı gerçekleridir.

Acı hikayleri ile istikametsiz sağa sola savrulmalarıdır.

Bu, kimsenin göze alamadığı çaresizlik yükü, insanı nasıl da acıtıyor.

Daha da dramatik olan, zorbalığın bir çözüm olduğuna insanların inanıyor olmasıdır.

Düşünsenize, bir anne bile çocuğunun aç kalmamasının çözümünü, zorbalık olarak görüyor.

Bir anne bile çocuğu için zorbalığı, en olması gereken çözüm olarak görmesi demek, güçlülerin pervasızca cirit atması demektir.

'Hem sen benim kim olduğumu biliyormusun' saçmalığın bu denli yaygın olması da zorbalığın bir yansımasıdır.

Oysa insan insana konuşmak, anlamak ve anlaşılmak mümkün.

Hele zorbalığı, güçlü olmanın bir marifeti olarak görmek;

Ucuzluktur...

Acizliktir...

Arsızlıktır...

Haddini bilmemezliktir.

Zira zorla güzellik olmaz, maaalesef zorla güzellik olmuyor...

Zorla güzellik demek, bir çocuğun travmalarla büyümesi, insanların kırılması, incinmesi, mutsuz olması ve en acısı, insanların acı yükleri ve acı hikayeleri ile yollara çaresizce düşmesi demektir.