Telefonumu alıp yazmaya başlıyorum. İstabul Bahçelievler'de bir özel hastane ile arasında yol geçen bir parkta oturuyorum.

Telefonumu alıp yazmaya başlıyorum.

İstabul Bahçelievler'de bir özel hastane ile arasında yol geçen bir parkta oturuyorum.

Daha doğrusu bütün aile oturuyoruz.

Maalesef virüs belasına yakalanıp yaşam mücadelesi veren amcam için bir kaç gündür bütün aile buradayız.

Her birimiz metaldan ve ahşaptan yapılmış bankalarda ayrı ayrı oturuyoruz.

Sabah akşam titreye titriye umutla öylece bekliyoruz.

Zira hava soğuk. Lakin içimiz yangın yeri.

Yağan yağmura aldırış etmiyoruz. Sabırla bekliyoruz.

Yaşam mücadelesi veren amcamdan 'İyi bir haber kırıntısı' için kulağımız hastanede.

Doktorlardan gelen her telefon ya da hastaneden alınan bilgilerle hepimiz gün içinde defalarca toplanıp toplanıp dağılıyoruz.

Arada gelen bilgilere sevinip bir umut, kendimizi teselli ediyoruz...

Evet, burası Bahçelievler!...

Ama gözümün gördüğü her yer beton yığını.

Beton yığınları ayrı bir soğuk.

Oysa mevsim bahar.

Düşünsenize, Nisan ayında Bahçelievler' de bahara dair ve baharı hatırlatan hiç bir emare yok.

Nasıl Bahçelievlerse...

Az ötede güvercinler uçuşup uçuşup yemleniyorlar.

Korna sesleri, güvercinlerin kanat seslerini bastırıyor.

Trafik yoğun, insanlar ağızlarında maske ile
güvercinlerden çok daha tedirgin.

Daha doğrusu, insanlar adeta güvercin ruhlu olmuş.

İnsanların bu umutsuz, endişeli, gamlı, yaslı halleri nasıl da dikkat çekiyor.

Nitekim tedirgin tedirgin sağa sola koşuşturup duruyorlar.

İnsanlar, ekmek davası mecburiyeti ile virüs belasının dayattığı çıkmazda...

Zira İstanbul ölüm kokuyor, ölüm!

Bütün bunlara tanıklık edip düşünürken tedirgin ve ürkek bir ses tonu ile selam veren Gaziantep'li bir amca oturuyor, karşımdaki banka.

Belli ki sohbete susamış...

Belli ki anlatacak derdi var.

Hem derdini anlatacak, içini dökecek birine ihtiyacı olduğu bakışlarına nasıl da yansımış.

Masum masum bakışlarının ardında göz bebekleri nasıl da yorgun.

Hal hatırını soruyorum...

Seviniyor!

Hemen anlatmaya koyuluyor.

Birçok şeyi bir çırpıda anlatmak istiyor.

Şaşkınlıkla ve can kulağı ile dinliyorum...

'Dışarıda kaldım diye söze başlıyor. Çocuklarım ve eşim bir oldular, beni istemiyorlar. Buraya kız kardeşime geldim. Ama burada da olmuyor diye anlatmaya devam ediyor. Beni eve almasalar da Gaziantep'e, evime gideceğim diyor. Şimdi de yasaklar geldi, burada kaldım' diye de endişeli endişeli ekliyor.

'Eniştenizle aranız nasıl' diye soruyorum.

Önce susuyor... sonra yutkunarak: 'Eniştem intihar etti' diyor.

Sözcükler boğazımızda düğümleniyor.

İkimiz de susuyoruz öylece...

Adeta çaresizliği resmediyor.

Gözleri hüzünlü...

Sözleri kararsız...

Bir dokundum, bin ah işitim.

Ansızın kalkıp gidiyor, Gaziantep'li amca.

Başımı kaldırıp az ötede birilerinin beğenmeyip çöpe attığı elbiseleri, orta yaşlı birinin özene bezene çöpten ayıklayıp seçmeye çalıştığını görüyorum.

Anlayacağınız birilerinin sahip olup beğenmedikleri, başka birinin hayali oluyor.

Öyle ya sahip olup beğenmediğimiz hayat, başkalarının hayali olabiliyor.

Bu da başka bir paradoks...

Ah adaletsiz dünya...

Yalan dünya!...

Zalim dünya!...

Hiç bir şeyin eşit olmadığı dünya.

Hayır hayır! bazılarının daha eşit olduğu dünya.

Sonra ziyarette gelen akrabalar, üst üste kahredici haberler getiriyor.

Bitlis'li bir gencin sevdiği kızın nişanlanmasını kabullenmeyip sözde sevdiği kızı, silah ile öldürmeye kalkışarak kızı yaralayıp kendisini de öldürdüğü haberi ile sarsılıp şaşkına dönüyoruz.

Tam bu dramatik duruma anlam vermeye çalışırken yine Bitlis'li bir gencin intihar haberi, parkta yankılanmaya başlıyor.

Sonra iki üç hafta önce başka bir Bitlis'li gencin de intihar edildiği konuşuluyor.

Acının ve dramın bütün tonları ve ağırlığı, parkta konuşulup duruluyor.

Nasıl acılar var Allah'ım, nasıl da içler acısı dertler var?

Dedim ya İstanbul ölüm kokuyor, ölüm...

Bir kaç gündür bu yürek burkan gerçek acı hikayeler, defalarca konuşulup anlam verilmeye çalışılıyor.

Ama nafile...

Ve maalesef 16 Nisan Cuma günü saat 21:50'de hepimizi gözyaşına boğan haberle sarsılıyoruz.

Henüz 52 yaşında koca yürekli insan, özü sözü bir olan İbrahim amcamı kayıpediyoruz.

Yaşları daha çok küçük çocuklarına ve bize veda ediyor.

Hastene hınça hınç dolu.

Ağlama sesleri yankılanıyor.

Ölümün soğuk yüzü hepimizi ağlatıyor.

Babasız büyümüştü, çocuklarını da maalesef babasız bırakıp gitti.

Çok acı bir veda, çok tarifsiz bir an.

Hepimizi rehin alıp canımızı tehdit eden ve sevdiklerimizin canını alan bu virüs belası, İstanbul'da çok daha acımasız ve soğuk.

Burada her ölüm bir başka hüzün, bir başka acı hikaye barındırıyor.

Ah İstanbul istanbul, virüsle el ele verip hiç unutulmayacak ne acı ölümler yaşatıyorsun. Böyle ansızın ve acımasızca nasıl da insanları yutuyorsun, ah İstanbul ah!